Yorum yapan bir kardeşimiz sanırım bir kitaptan alıntı yapmış. Uzun zamandır izafi zaman ve ahiret boyutunda zamanın işlememesi hakkında tefekkür ediyordum. Bu kitap yorumunu görünce demek ki ufuk açan bir tez hakkında düşünmüşüm. Kendi kendime çıkarımlar yapmıştım, insan ölünce kıyamet beklemeden kopar gibi. Zamansız bir evreni kurgusal olarak düşünebiliriz ama çok zor kavramak hakikaten. Kuracağınız cümlelerde zaman bildirimi olmayacak düşünsenize. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı bildirmeyen, eylem içerikli cümle kurmak bu evrende imkansızdır. Maddenin bir boyutu da zaman olduğu için, maddenin varlığı zaman olmadan olmaz diyebiliriz. Ancak tersinin doğru olduğu bilgisine ulaşabileceğimizi düşünmüyorum. Yani zamansız bir evrende maddeden bahsedemeyiz, mi acaba? Ahiret evreninde ya madden olmayacağız, ya madden olursak ahiret evreni başka bir evren değil bu evrende, yada matematik ve mantıkla ulaşamayacağımız hem maddi hem de zamansız bir evrene yeniden doğacağız. Açıkçası Rabbimizin bize hazırladığı evrenin, aklımızdan çok daha üstün niteliklere sahip olduğuna iman ediyorum. Allahu alem bi muradihi. Ve ancak, ve yine ancak, seviyemize göre açıklama getirip, bize dosdoğru yolu gösteren, kapasitemize göre rahmetiyle bize muamele eden Rahman'a olsun tüm övgüler. 1500gr'lık beynimizle hakkıyla kavrayamayıp hakkıyla övemediğimiz, tüm güzel kelimelerin de ötesinde övgüye layık tek varlık olan Allah'tan, merhametini bizlerden esirgememesini tederruen niyaz ederim. Ve ahiru davana enil hamdülillahiRabbilalemin.
@birkanbaris
5 жыл бұрын
Hocam derslerinizde kullandığınız kaynağı paylaşabilir misiniz?
5 жыл бұрын
Kaynak olarak tefsir ve lugatler birde güncel bilim
@tugbacil9484
5 жыл бұрын
Hocam berzah alemini uyku hali diye biliyorum yanildikmi bazi hocalar boyle demisdi,
5 жыл бұрын
Uyku için bile bilinç/şuur gereklidir. Cesette bunlar olmaz. Yeni bir beden verilene kadar hiçbir şey algılayamayız.
@necmettinozcan8519
5 жыл бұрын
ŞUURÎ UYKU->BİLİNCİN UYKU HÂLİ “Uyku" hâliyle bahsedilen husus, "insanlar uykudadır" hadîs-i şerîfinde bahsedilen mânâdaki bir uykudur!. Yani, bedenî mânâda "uyku" değil; "şuurî" mânâda "uyku"dan sözedilmektedir bu beyanda!. UYKU… BİLİNÇLİ OLARAK YAŞAMI YÖNLENDİREMEME HÂLİ… “Uyku”, kişinin bilinçli olarak yaşamını yönlendirememesi hâlidir!. Bilinçli davranışlar ortaya koyamaması hâlidir... Çevresini, bilincini ve ilmini dilediği gibi değerlendirememe hâlidir uyku!. “NEFS”İNİ TANIYAMAMIŞSAN, UYKU HÂLİ KIYÂMETE KADAR DEVAM EDER! Eğer dünyada yaşarken “NEFS”ini tanıyamamışsan; bilincinin gerçek boyutunun değerlerini elde edememişsen; uyku hâli, kıyâmete kadar sürer... Kıyâmetten sonra da ebede kadar, sonsuza kadar uyku hâli, gaflet hâli, yani hakikati kavrayamama hâli davam eder!. Sonuç, kişideki kendini şu birim olarak görme, hissetme hâli, onun uykuda oluşunun açık ispatıdır!. Bu haldeyken boyut değiştirirse kişi, ölümden sonra kıyâmete kadar; ve daha sonraki sonsuz yaşamda dahi kişi, kendini bir birim olarak hissetme hâli olan uykulu yaşamına devam edecektir. Yani, “Hakikat”i bilemeden, hissedemeden, yaşayamadan, yaşamını sürdürecek İNSAN, GÖZÜNÜN GÖRDÜKLERİNİN ARDINA, DÜŞÜNEREK EREBİLİR! Hayvanat gördükleri kadar yaşar, ötesini düşünemez. İnsan ise gözünün gördüklerinin ardına düşünerek erebilir. Öyle ise, Ben neyim, nasıl varım. varolan her şeyin ardındaki güç nedir? gibi sorularla düşünmeye başlamalı ve daha da derinliğine gidilerek, bütün ve varlığın aslı ve orijini tanınmaya başlamadır. UYKUDA OLANIN TÜM ALGILADIKLARI, “RÜYA” HÜKMÜNDEDİR Neydi bu "uyku" hâli?.. Eğer bir kişi kendini sadece bu et - kemik beden olarak var sanıyor, âlemi de beş duyuyla algıladıklarından ibaret olarak kabulleniyor ise; kendisinin, beden ve ruhun ötesinde "şuur"dan ibaret bir bilinç varlık olduğundan haberdar bile değilse, o kişi hiç uyumadan daima ayakta dolaşsa dahi "uyku" hâlindedir. Ve tüm algıladıkları da rüya hükmündedir. "Ölmedikçe" de uyanamaz!. "İndimde avam gibi uyuma!. Ki hakikatı göresin!."(*) Uykuda olan, kendi hayâlindeki dünyasının görüntüleriyle yani rüyalarla ömrünü tüketir gider. UYKUDAN UYANMAK İÇİN YAPILMASI GEREKEN ŞEY, DÜŞÜNCE DÜNYANI BEŞ DUYU KAYDINDAN KURTARMAKTIR! Uykuda olan, kendi hayâlindeki dünyasının görüntüleriyle yani rüyalarla ömrünü tüketir gider. Uykudan uyanmak için ilk yapılması gereken şey, düşünce dünyanı beş duyu kaydından kurtarmaktır. Gördüğün kadar düşünmek yerine; düşünebildiğin kadarını görebilmektir amaç!. “ÖLMEDEN ÖNCE ÖLME” HÂLİNİ YAŞAYAMADIĞIN TAKDİRDE, MİKRODALGA BEDENE GEÇİŞLE PROBLEM ÇÖZÜLMEZ! "Ölmeden evvel ölünüz!." "Biyolojik bedenden ayrılmadan önce, algılama yetersizliğinden oluşan varsayım benliğinizin olmadığını idrâk sûretiyle boyut değiştiriniz"!. Niye?... Çünkü, "ölmeden önce ölmek" hâlini yaşayamadığın takdirde, biyolojik bedenden mikrodalga bedene geçişle problem çözülmez!.. Bu geçiş senin "nefs"ini yani hakikatini tanımana yeterli olmaz!... Hattâ, bunun gerçekleşmesi olanaksız olarak, sâbitler yapını!. Çünkü, mikrodalga beynin ancak dünyadaki çalışan beyninin kapasitesine sahiptir!.. “AVAM”IN UYKUSU "Avam gibi uyuma." Çünkü sana uyanık olmak yakışır. Ne kadar uyanık olursan ol, bir bedene bağlı olarak bu dünyada yaşamak zorunda olduğun sürece, son derece hafif de olsa, sende bir uyku hâli olacaktır. Ama bu hâl, avamın uykusu değildir işte! Ki ehli için her an bu böyledir... Ve bu seyr ebeden devam eder. PERDESİZLERDEN OLMAK İSTİYORSAN, GÜNLÜK HAYATTA EN DOĞAL İŞLERDE DAHİ UYANIK OLMALISIN! Yemek yeme ve içme ve uyuma, İNDİMDEKİ yerinde kalben ve basîretinle hazır olmadıkça!" "İndimdeki yerinde" ifadesi kişinin hakikatine yönelmesi ve onun gereğini yaşaması için çok önemli bir uyarıdır. Demektir ki bu, hakikatinin gereğini yaşamaksızın yaptığın en sıradan işler bile senin için bir eksikliktir! Bir insanın hiç bir önem vermeden günlük hayatta en doğal olarak yaptığı işler, yemek, içmek, uyumak gibi bedenî fonksiyonlardır. Oysa yukarıdaki uyarıda bunların dahi "uyanıklık" içinde yapılmasının şart olduğuna işaret edilmektedir. Her an her yaptığın işte, kendini bir beden, bir birim, bir beşer olarak kabul etmeyi terkedip, varlığındaki Hakk'ın kuvvet, kudret ve iradesiyle senden bunların çıktığını müşahede etmek zorundasın. eğer, gerçeği gören perdesizlerden olmak istiyorsan! GAFLET UYKUSU ALLAH RASÛLÜ'NÜN GETİRDİĞİ İLMİ DEĞERLENDİREN, O İLİM YOLUNDAN HEDEFİNE ULAŞIR. İLMİ DEĞERLENDİRMEYEN İSE, GAFLET UYKUSUNA EBEDEN DEVAM EDER! Hayatta, çevrenizdeki hiç kimseyi örnek almayın!. Unutmayın ki, kul kusursuz olmaz!. Siz insanlarla, ilim için arkadaşlık edin, dedikodu için değil!. Dedikodusu olanın ilmi yoktur; bunu kesin bilin!. İnsanları çekiştirenlerin, bilgisi ne kadar olursa olsun, nefis mertebesi “emmare”dir; bunu hiç aklınızdan çıkartmayın!. İlme sarılın ve ilmin yolunda yürüyün!. Yazdığım bilgilerden yararlanarak yaşamına yön vermeyenlere; dedikodu ve çekiştirmelere devam edenlere; beni görmek de hiç bir yarar sağlamaz!. Bedeni görmeğe değil, size ulaşan ilmi görmeğe çalışın!. Bedensel beraberlik, dedikodulara ortaklık getirecekse, uzak durmak çok daha hayırlıdr!. İnsanların bedenine yönelen, bir gün mutlaka o bedenden kesilecek ve yalnız başına kalacaktır.. İlme yönelen ise, asla mahrum kalmayacaktır!. Kişileri örnek alan, o kişinin aklına yatmayan bir davranışı dolayısıyla, bir gün mutlaka önemli bocalamalar geçirir. Allah Rasulü’nün getirdiği ilmi değerlendiren ise, asla pişman olmaz; ve o ilmin yolundan hedefine ulaşır. İlmi değerlendirmeyen ise, gaflet uykusuna ebeden devam eder… Uyanmak, dünyada mümkün olabilir… “Mâlik-el mülk, mülkünde dilediği gibi tasarruf etmededir; bunu da başıma musallat eden O’dur”; diyebilirseniz… O zaman, yolda üzerinize havlayarak saldıranla uğraşmaz, Sahibi’ne seslenirsiniz!. Havl ve kuvvet Allah’ındır!. Sınanma sırasında yapılacak iş, Mülkün sahibine yönelmektir… Yoğun imtihan ve fitne günlerine ilerliyoruz… “Ben Allah için varım, O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, ne dilerse onu yapar”; diyebilirsek, yakın veya uzağımızdakilerden bize isabet edenlere rağmen, sonuçta kazanan biz oluruz. Yönelişimiz, mülkün Sahibine olmaz da, maşasına olursa, seviyemiz de onun seviyesi olur!. Kınadığımızla aynı koltuğu paylaşırırız!. “Allah’a firar edin” âyetini dışa değil, içe doğru olarak algılayamazsak; bunun gereğini yerine getiremezsek; hayâlimizdeki tanrının kulu olarak tüm geleceğimiz yangında geçer!. Dostlarım, lûtfen şunu aklınızdan çıkarmayın; yaşadığınız olayların sert dalgaları altında gaflete düşüp, şu gerçekten perdelenmeyin.. Biz, eğer “Allah”a iman edenlerden isek, “Allah ahlâkıyla ahlâklanmak” ve bunun gereğini yaşamak için varız!. ZÂT’IYLA FEN BULURAK UYUMAK Bu üç basamaktaki arınmayı (*) gerçekleştirdikten sonra da, "zâtınla fenâ bularak" yaşamına devam et! (*) Birinci basamakta, tabiatın isteklerinden kurtulmak. İkinci basamakta, nefsin isteklerinden kurtulmak. Üçüncü basamakta Ruhun, ki; burada şuur anlamında kullanılmakta, yanlış tesbitlere kaymasından kurtulmaktan sözediliyor. “Zâtınla fenâ bulmak” ne demek?.. "Zâtım" dediğin "öz"ünün gerçekte var olmadığını; "öz"ünün Hakk'a ait olduğunu, O'nun varlığıyla mevcut ve kâim olduğunu; Hakikatının sadece ve sadece "O" olduğunu idrâk et. Ki böylece izâfî ve vehmî benliğinin asla varlık kokusu almadığını anlamış olasın. Böylece de "yok"tan varolmuş "ben"liğin, zâtın tekrar "yok" olsun! Ve neticede Bâkî olan VECHULLAH hükmü âşikâr olsun. "HER ŞEY YOK OLUCUDUR; BÂKİ OLAN RABBİNİN VECHİDİR."
@ teşekkürler hocam bir sorum daha var. Ayet Ebu leheb yaşarken mi inmiş yoksa ölümünden sonramı? İnternette çok farklı yorumlar var öğrenemedim
@necmettinozcan8519
5 жыл бұрын
Âlemlerin Orijini “Hayal”dir Esasen âlemde “TEK” bir “RUH” vardır ki, buna tasavvuf lisanı ile “RUH-U Â’ZÂM” denilir. Evrende var olan her şey bu “Ruh-u Â’zâm”ın varığından meydana gelmiştir. “Ruh-u Â’zâm”, bugünkü ifade ile anlatmak gerekirse, varlığın özündeki kudret - ilim boyutudur. Bu diğer ifade ile Allâh’ın ilk tecellisidir!.. Gene Müslim isimli Hadis kitabında Ebu Hureyre (radıyallâhu anh)’ın naklettiği şu hadîs-î kudsî’de, Allâhû Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem): “Âdemoğlu DEHR’e sövüyor. Şüphesiz ki DEHR BENİM!.. Gece ve gündüzü değiştiren benim.” Bir başka defasında da şöyle buyuruyor: “İnsanoğlu bana eziyet eder!.. Ey kahpe dehr (zaman), der. Kimse, ey kahpe DEHR, demesin. Şüphesiz ki BEN DEHR’im!.. Geceyi gündüze çevirenim.” DEHR, “an” kelimesinin karşılığıdır. Ancak burada, “an”ı şartlanma yollu kabullendiğimiz izafî, yani nesneye göre “zaman” olarak anlamamak gerekir. Bize göre, Dünya’nın kendi çevresindeki bir dönüşü bir günü, 365 dönüşü bir seneyi, 365x100 dönüşü de yüzyılı, asrı oluşturur. Bunlar insanın hükümlerine göre kabullenilmiş, “göresel-izafî zaman”dır. Gerçekte ise ZAMAN, “tek”tir. Ezel-Ebed tümüyle Allâh katında tek bir “an”, “DEHR” kelimesiyle ifade bulmuştur. Göresel zaman, yani izafî zaman, bizim “vehim” yollu var kabullendiğimiz bir ölçüdür. Bu süreç ise, içinde yaşadığımız ortama, hıza, bir diğer ifade ile boyuta göre değişir. Madde boyutundan yola çıkıp, salt şuur boyutuna doğru ilerledikçe izafî zaman birimi de sürekli olarak değişir ve kapsamı genişler. Esasen DEHR kelimesiyle anlatılmak istenen boyut, tüm varlığın kendisinden oluştuğu bir tür evrensel enerjidir, (kudret sıfatıdır) eğer tâbiri câizse... Normal günlük zaman birimiyle şartlanmış ve kayıtlanmış beyinlerin bu zaman birimini anlaması elbette ki imkânsızdır!.. İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ileriye dönük olarak gerçekleşeceği bildirilen pek çok olay olmuş-bitmiş şeyler olarak “geçmiş” zaman ifadesiyle anlatılmıştır. Zira, ezel-ebed esasen “Tek” bir varlık olması itibarıyla, ilâhî bakış boyutunda; ya da eski ifade tarzı ile “İlmi ilâhî”de, tek bir bakıştır!.. Ehli hakikatin tasavvufta bildirmiş olduğu şu sır da buradan kaynaklanmaktadır: “Esasen tecelli tek bir tecellidir!.. “Tecelli-i Vâhid”tir!.. İkinci bir tecelli olmamıştır!.. Görülen, yaşanan, hissedilen, idrak edilen, tahayyül ve tefekkür edilen her şey bu Tecelli-i Vâhid’in tafsilinden ibarettir!..” İşte bu anlatılan husus tasavvufta “An-ı daim” tâbiri ile dile getirilmeye çalışılmıştır. Aslında işin orijinine ulaşabilen “Zâtiyûn” için bu “An-ı daim” dahi bir “An-ı muhayyel” diye izaha çalışabileceğimiz, “İlmi Allâh”tan başka bir şey değildir. Ve varlığın tümü, Allâh katında bir ilmî hükümden başka bir şey değildir!.. Yani, o boyut itibarıyla âlemin bir varlığı söz konusu değildir!.. Bu sebepledir ki, bu hakikate işaret etmek isteyen ehlullâh; “ÂLEMLER TÜMÜYLE HAYALDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!..” demişlerdir. Bunu kavrayabilmek, tamamıyla bir “zevk” işidir. Yani sezgi yoluyla bu gerçeği algılayıp, bunu yaşayabilme işidir. Bu dahi ancak “İLMİ LEDÜNN” denilen ilâhî bir ilim türünün kişide izharı ile mümkündür. Demek ki... Gerçekliği itibarıyla, kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir!.. Algılayabilene!.. Bu zaman boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş algılayıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana gelmiştir. Bu noktada, çok büyük bir yanılgıyı da bu kitapta yazmış olmak için, şunu ifadeye çalışalım... Âlemde mevcut varlıkların tümünün, ilmi ilâhîde mevcut bulunması hükmünün, yanlış anlaşılması dolayısıyla, şu yanlış kanaate varılmıştır: “İlim malûma tâbidir!..” Yani, bilinen tüm varlıklar, ezelde, ilmi ilâhîde mevcut olduğu için, Allâh onların neler yapabilme kabiliyet ve kapasitesinde olduğunu biliyordu; ve bu yüzden de onların kaderlerini, bu istidat ve kabiliyetlerine göre yazdı!.. Bu aslında, “Allâh yarattıklarına zulmetmiyor, bu onların ilmi ezelîde görülen durumlarına göre verilen bir hükümdür. Dolayısıyla da Allâh kimseyi zorla cehenneme atıp zulmetmiyor” diyebilmek için icat edilmiştir. Bir hadîs-î şerîfte Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “ALLÂH VAR İDİ. VE ONUNLA BERABER HİÇBİR ŞEY YOK İDİ!..” Bu açıklaması Hz. Âli’ye ulaştığı zaman, O da bu ifadeye şu şekilde bir açıklık getirmiştir: “‘AN’, O ‘AN’DIR!..” (El ân kemâ kân!) Yani, içinde bulunduğumuz “An”, o anlatılan “An”dır. Bu konuyu daha tafsilâtlı olarak “KENDİNİ TANI” isimli kitabımızda izah ettik. Evet... “An”, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın bahsetmiş olduğu o “An”dır!.. Yani, tüm varlık O tek “An” içinde yerleşiktir!.. Tecelli, tek bir tecelliden ibarettir!.. Ve... İlmi ilâhîde mevcut olan, sayısız isimlerle isimlendirilmiş bütün varlıklar ilim yolu ile, “kendini seyretme” gayesine matuf olarak “yoktan var edilmiş” yani “yaratılmış” varlıklardır!.. “HAYY” vasfıyla kastedilen mânâda hayat sıfatı sahibi varlık, “İlim” sıfatıyla kendinde seyretmek istediği mânâları o mânâlara uygun sûretler ile müşahedeyi “MÜRİYD” ismince irade etmiş; “Kudret” sıfatıyla onlara birimsel görüntüler ve izhar etmek istediği mânâlara uygun “akıl” hibe etmiş; kendi ilminden var etmesi dolayısıyla onlara ve onlardan her an bir bakış açısı oluşturmuş, böylece “SEMİ” ve “BASIYR” isimlerinin mânâları ortaya çıkmış; birimsellikleri daha önce “KELÂM” vasfından “kelime”ler şeklinde oluşmuş; ve nihayet “TEKVİN” vasfıyla da Efâl âleminde yaşam oluşmuştur. Buna rağmen... “ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen indînde... “An”, tek bir andır. DEHR’dir!.. Her şey, bu boyut itibarıyla olup bitmiştir!.. Gerisi ise, suya atılan bir taşın etrafında oluşan küre halkalar gibi sayısız boyutlardaki oluşlardan başka bir şey değildir. Bir boyutta yaşanmakta olan, bir önceki boyutta yaşanmış olaydan başka bir şey değildir!.. Beynin üst düzeylerdeki çalışma kapasitesine ulaşması sonucu, yapabildiği “şuur sıçramaları” ise, o birimin bir üst boyuttaki yaşama ve gerçeklere erişebilmesi anlamını doğurur. Hakikat ehli olan “tahkik ehli” zevât, bu “şuur sıçramaları” ile bir üst boyutlara intikâl ederek; içinde bulunduğu boyutta oluşagelen şeylerin, nasıl, neden ve hangi gayeye dönük olarak gerçekleştiğini lütfu ilâhî yollu seyredebilir. Evet gene dönelim “ruhlar”ın oluşmasına... Tek “RUH”tan sayısız enerji yayılmış ve onlardan sayısız mânâları hâvî olan “melek”ler oluşmuştur. Çeşitli mânâlar ihtiva eden bu melekler çeşitli şekillerde ve boyutlarda yoğunlaşarak kâh bir tür bedenleri olan yıldızları oluşturmuşlar; kâh da ışın - beden düzeyinde “şuur” varlıklar olarak yaşamalarına devam etmişler ve etmededirler. “Yıldız” şeklinde bedenlenmiş “şuur birikimleri” olan “melek”ler, kendi varoluş gayelerine uygun olarak, varlığa sayısız mânâlar-ışınlar yaymaktadırlar. Nihayet en son olarak, bu sayısız mânâları değerlendirebilecek bir beyin kapasitesi ile insan yaratılmıştır. İnsan daha ilk yaratılışı anında, yani 120. günde bu beyin “melek”ler tarafından ya da diğer bir ifade ile “burçlar” diye kastedilen sayısız aynı gruptaki “meleklerin” oluşturduğu “yıldızlar” tarafından yayılan bir tür ışınlar ile çeşitli hususlarda programlanmalara tâbi olurlar. Kimde hangi mânâları izhar etmeyi dilemiş ise, ona uygun olarak “melek”ler tarafından programlanır. Bu programlanış; “O ki seni yarattı (izhar etti), seni tesviye etti (beynini, bilincini ve ruhunu oluşturacak şekilde meydana getirdi), seni tam dengeli yaptı!Hangi sûrette olmanı diledi ise öylece terkibini - bileşimini oluşturdu!” (82.İnfitâr: 7-8) Âyetinde anlatılır... İşte birimsel “ruh”lar, ölüm ötesinde ebedî yaşama devam edecek olan “kişilik ruhları”, böylece bu beyinler tarafından bu Dünya’da ilmi ilâhî iktizasınca oluşturulurlar. Benzer burçların ışınlarıyla programlanmış olan beyinler ve bu beyinlerin oluşturduğu ruhlar birbirlerini çeker, anlaşırlar. Birbirlerini daha önce hiç tanımasalar bile, daha ilk görüştükleri anda aralarında bu çekicilik oluşur. Ya da benzemeyen türden açılımlarla oluşan ruhlar oldukları için, birbirlerini bir türlü çekemeyip, iterler. Kimlerin birbirini çekip, kimlerin birbirlerini ittiklerini ise ateş - hava - su - toprak isimleriyle gruplanmış olan türleri izah ederken kısmen anlatmıştık. Evet... Bu konuyu burada daha fazla detaylandırmak istemiyorum. Çünkü şu andaki, bu kitabı yazmaktaki gayemiz, bir astroloji kitabı meydana getirmek değil!.. Biz sadece insanın yapısının nerelerden ne şekilde etkilenip, neleri nasıl meydana getirmekte olduğunu, insanın hâlinin ve geleceğinin nasıl bir sistem içine oturtulduğunu ve tüm varlığın nasıl bir mekanizma gibi çalışmakta olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Şayet Allâh nasip etmiş ise, daha sonra bu kitaptaki her bölümü, çok daha detaylarıyla da anlatmaya çalışan, bazı yeni kitaplar kaleme alırız.
Пікірлер: 18